2006-06-30

yenidze


Aşağıdaki not 29 Haziran'a ait.

Bugün uzun bir kahvaltıdan sonra fotoları panoramik birleştirmeye çalıştım. Bazıları oluyor kolaylıkla, ancak bazı diğerleri için de uzun süre çalışmam lazım. Özellikle dün çektiğim Augustusstraße duvar resmini panoramik yapmak istiyorum ancak pek mümkün değil galiba, parasıyla kağıt halindeki alınabilir.

Sonrasında Kathrin'le gidip somon (lachs) aldık, tavada somon yaptık. Eğlenceli bir yemek yapma aktivitesi oldu. Sonrasında yola çıkıp dün gezemediğim Frauenkirche'ye gittim. Yolda, Barış'ın daha önce bahsettiği eski sigara fabrikası'na gittim. Barış'ın anlattığına göre, DDR yönetimi doğu yardımlı (Baas Partisi?) yaptıkları sigara fabrikası'na "YENIDZE" adını vermeyi uygun görüp oryantalist bir şekil yapmış. Binanın kubbesi ve minareleri "Turkish and American Blend" eski Camel paketinin arkasını hatırlatıyor. Şu anda içerisi -duyulana göre- themepark/restoran arası birşeymiş, bilmiyorum ben de çok vakit harcamak istemedim.

Dün içimde kalan Frauenkirche gezisini bugün yapıp kilisenin içine girdim. Kilisenin içini açık renk mermerlerle ve altın yaldızla bezemişler, çok ferah bir ortam olmuş. Bombalanmadan önceki hali nasıldı, o konuda bir fikrim yok. Fotoğraf makinası yasak işareti olsa da içeride insanlar şakır şakır flaşlı fotoğraflarf çekiyordu. Ben de neyim eksik diyip sıralara oturdum, bir miktar fotoğraf çektim.

Barış'ın okuluna giderken yolu biraz kaybettim, DDR zamanından kalma bir meydana vardım. Çeşitli anlamsız geçit törenleri için kocaman yollara ihtiyaç duyan DDR ulusu kimsenin karşıdan karşıya geçemeyeceği bir kavşak yapmış. Nedense Ankara'nın Kızılay meydanını hatırlattı. Işık işaret dinlemedim karşıya geçtim. Daha sonrasında devam ettiğim yolda da kaldırım ve işaret eksiği vardı, o nedenle -Finlandiya-Avusturya-Almanya standartlarına göre- bolca trafik kuralı ihlalinde bulundum. Almanya da DDR döneminin izlerini silememiş, hala bazı yerlerin işaretlerini düzenleyememiş. Bazı yerlerde de tek tarafta kaldırım var. Anlaşılıyor ki kimsenin karşı çıkamayacağı kadar doğal trafik kuralları tanımlanırsa trafik kurallarını ihlal eden çıkmıyor; Türkiye'de yeşil ışıkta karşıya geçmezdim, burada ise aksatmıyorum hep yeşilde geçiyorum. Bu durumda yüksek cezalar kadar yol hakkını kendisine ait gördüğünde yayların üstüne doğru gaza basan sürücülerin de etkisi var.

alternatif dresden



Aşağıdaki notu 29 Haziran gecesi yazıyorum. Birşeyler kaymış gitmiş olabilir. Bağlamdaki bugün kelimesi 28 Haziran'a karşılık geliyor.

Bugün, dünden kalan yerleri gezdim bir miktar. Yeni ustalar sergisi'ne gitmeyi hedefliyordum, serginin yerini bulamadım. Barış'la daha sonra konuştuğumda zaten bulamayacağımı söyledi; Maya (oda arkadaşı) serginin geçici bir süre kapalı olduğunu söylemiş. Bunun yerine şehirdeki Rodin sergisini gezdim. Rodin sergisi, sanatçının müsveddelerini, prototiplerini ya da az bilinen çalışmalarını içerse de oldukça verimliydi, yorulana kadar sergi gezdim kısacası.

Rodin sergisinden önce gördüğüm ilginç bir yer de Augustusstraße. Cadde boyunca Saksonya'nın 19. yüzyıl sonuna kadarki yöneticilerini arka arkaya gösteren bir duvar resmi var. Şehrin geri kalanı gibi bu resim de meşhur Dresden bombalanmasından nasibini almış, Meissen seramiğinden bu görüntüyü tekrar yerine koymuşlar. Şehir -Zwinger'daki gibi- bombalanma hiç olmamışçasına ayakta, ancak Augustusstraße'deki duvar resminin kitabesindeki gibi de Anglo-Amerikan bombardımanını unutmamış.

Bugün eski şehirde gördüğüm diğer bir yer de Frauenkirche, Türkçesiyle "Hanımın Kilisesi". Dresden'in bombalanması sırasında herşeyler beraber kilise de yerle bir olmuş. DDR zamanında da dinle imanla ilgilenen pek olmamış; o nedenle bir yıkıntı halinde kalakalmış. Geçen sene kilisenin yeniden inşası tamamlanış. Dresden'deki diğer tarihi binalar gibi kumtaşından ama daha açık bir renkte, çunkü kumtaşı isle kirle kararan bir malzeme çeşidi. Açık renkli yüzeyin arasında koyu renk eski taşlar da var. Kathrin bu taşların eski oldukları yerlerde olduğunu söyledi. İlk açıldığı zamanda önünde inanılmaz uzun kuyruklar olurmuş, bugün de turist grupları girişinde uzun bir kuyruk vardı. Kiliseye vardığımda bireysel giriş için kapalıydı, sanırsam yarın tekrar deneyeceğim.

Frauenkirche'den sonra Elbe'nin karşı kıyısına çıkıp Neustadt'a yani yeni şehre gittim. Yeni şehir de çok yeni bir yer değil, yanılma olmasın aman. Elbe kıyısında oldukça tarihi binalar var. Tarihi binalar bandının sonrasında da Güçlü Augustus'un altın yaldızlı bir heykeli var. Augustus, burası için Aşağı Saksonya Atatürk'ü diyebileceğimiz kadar değerli bir şahıs, sanırsam. Daha kuzeyde ise -şimdiki anlamıyla- Neustadt başlıyor. Neustdadt, tam genç işi, alternatif bir yer. Nüfus, görece genç. Punk nüfus oldukça fazla. Bir miktar içeri ilerledikten sonra -köpekli, tuhaf giyimli insanlara doyup- yeter dedim ve Barış'ın yanına gittim.

Barış'la beraber tekrar Neustadt'a gittim. Barış, ortamın güvenli olduğunu söyledi, Punkçılar sadece bira parası istermiş, Neo-Nazileri de sevmezmiş. Bilmiyorum, bana göre üç vakte göre o adamlar patlayacak. Punkçıların dışında da Neustadt çok alternatif. Bazı binaların ön yüzleri sanat eseri sayılacak graffitilerle bezeli. İlginç şeyler satan dükkanlar var. Hatta şehrin en büyük döner-lahmacuncusu olan ve daha önce tramvayların üstünde reklamlarını gördüğüm Dürüm Kebap Haus da burada. Dresden, adım başı Türk görülen Berlin olmadığı için anlatılası bir lokanta. Kathrin, Barış ve ben orada bir akşam yemeği yedik. Fiyat olarak ucuz, ancak yediğimiz lahmacun pek Türkiye'dekine benzemiyor. Marullu ve creme fraîche soslu lahmacunu biraz zor benimsedim, ne de olsa lahmacunun üstüne sıkılan limonun tartışıldığı bir ülkeden geliyorum. Ne satsalar satsınlar adamlar çok popüler. Barış'ın (ve ona eski ev arkadaşı Jana'nın) anlattığı kadarıyla adamlar ufak bir odacık olarak başlayıp Neustadt'da komple bir bina sahibi olmuşlar.

Biz yemek yerken de yan masaya iki Alman erkek oturdu. İki Efes ısmarladılar, -Germen adetleri uyarınca- birbirlerinin gözlerinin içine baktılar ve büyük bir iştahla Efes'leri diktiler. Bunu gördükten sonra bir sonraki durağıma kadar "Avrupa'da Türk İzleri" temalı birşey söylemek istemiyorum. Adamların memleketine kadar gidip bulanık Häffenweißer içerken bu durumu bir daha düşündüm.

2006-06-28

dresden'de dün..


Bu yazı da asenkron olarak hazırlandı. Sanırsam bundan sonra hep böyle, zaten asıl amaç gezmek :)

Dün Kathrin ve Barış sordu: "Ee, Dresden'de nereleri gezeceksin?". Ben de bugün için Altstadt'ı (Eski Şehir) gezeceğimi hatta becerebilirsem gezmeyi bitireceğimi söyledim. Tabi bu hesapta müze gezmek yoktu, bugün Kathrin'le Eski Ustalar resim galerisine gittik. Dresden'de gerçekten büyük bir kolleksiyon olduğu için eserleri Eski Ustalar ve Yeni Ustalar olmak üzere iki galeriye pay etmeyi uygun görmüşler. Klimalı ve aralarda dinlenme koltuklu olması nedeniyle müze hem benim hem de 8.5 aylık hamile Kathrin için iyi bir yer oldu. Yorulduğu için Kathrin bir süre sonra gitti, gerisini yalnız gezdim. Galerinin çoğunu bitirdim sanırsam, ancak bu benim üçbuçuk saatimi aldı, üstelik çıktığımda yürümekten yorulmuştum, herhalde bina içinde kilometrenin üstünde bir mesafeyi gittim. Eğer Ermitaj, Louvre ya da British Museum gibi büyük müzeler arasında adı geçmeyen Dresden müzesinin bir kısmı böyleyse ben onları düşünmek bile istemiyorum. Eser sayısı gerçekten çok, bazıları da çok ünlü şeyler. Müze, Rafaello'nun Sistine Madonna'sıyla övünüyor, ama bunun dışında bir sürü Rembrandt, Rubens, Botticelli, Tiziano resmi var. En üst katta -geçici mi kalıcı mı olduğunu anlayamadığım bir Cranach sergisi vardı. Bütün bunların maliyeti bana 6 euro oldu. Fotoğraf çekme izni olan 5 euro'yu vermektense 12 euro'ya bir kitap almayı tercih ettim. Viyana'da hem gezme zamanı olmadığı hem de maliyetli olduğu için Schönbrunn'un içini, İspanyol binicilik okulunu ya da benzeri bir yeri gezmemiştik. Burada hem zamanım bol hem de gezi hesaplı gibi.

Burada diğer gezilecek yerler olarak Yeni Ustalar galerisi, tamiratı bu sene içinde bitmiş olan Frauenkirche, Neustadt, VW Phaeton fabrikası ve Saksonya İsviçresi var. Bunların hangilerini gezebileceğimi ilerleyen günler gösterecek. Doğru zaman dilimini ayırdıktan sonra gitmek zor değil, Viyana'nınki kadar olmasa da Dresden'in de iyi organize edilmiş bir toplu taşıma ağı var. Elbe nehri merkezli bir şehir olması sebebiyle metro yerine tramvayı tercih etmişler. Tramvay vagonları sanki Eskişehir tramvayına göre daha geniş iç hacim sunuyor. Bilet kontrol sistemi Viyana'daki gibi şeref üstüne kurulu, biletin tipine göre ilk kullanım öncesi ya da sefer başına bir kez damgalatmak gerekiyor. Kontrol eden yok, ancak kontrole takılırsa kaçak yolcuyu -buradaki adıyla Schwarzfahrer- yüklü bir ceza bekliyor.

Yedi günde Finlandiya'da bir "Huomena" (günaydın) bir de "Kiitos" (teşekkür) öğrenmiştim, geçen cumadan beri Almancayı baya ilerlettim. Almanca isim tamlamalarını alt kelimelere ayırabiliyorum, bazılarının anlamlarını da tahmin edebiliyorum. Bunu İngilizce'yi kendi ana dili gibi konuşan Germen halkına borçluyum; adamlarda zaten İngilizce vurgusunu tutturma kaygısı yok, bir de araya kendi kelimelerini sokuşturuveriyorlar. Bir de şunu öğrendim; üstünde dar Helvetica fontla "Achtung: ..... verbotten" yazan bir tabela varsa topluluktan farklı hareket etmemek gerekiyor. Başka bir fontla olmuyor bu tabelalar, Fin halkının Ilta-Sanomat'ın başlığındaki fonta olan sevgilerinin aynısı Germen halkında bu dar Helvetica'yı uyarı levhalarında kullanmak şeklinde var. Bizde olsa restoran menüsünü de teknik raporu da nükleer serpinti uyarısını da Comic Sans MS ile yazardık.

Dresden de kuzeyde olduğunu belli ediyor, saat 21:45 ve cami olsaydı akşam ezanını az önce okumuş olurdu. Sabah da erken oluyor, bu sabah yine erkenden bir uyandım saat 5 gibi, etraf çok aydınlıktı. Neyse, bu demektir ki giderken çok problem olmayacak.

Buranın mahalli birası Radeberger, bir Pilsen. Ancak içimi Efes'e oranla daha rahat, çok aromatik değil, Miller'ın Pilsen ekolü olanı gibi. Burada bulanık -ve lezzetli, besleyici!!- bira ekolü var mı yarın Barış'a bir soracağım.

2006-06-27

berlin-viyana-dresden


Dün Viyana'dan City-Airport Train ile Schwechat havaalanına gittim. Geldiğim trenin yolunu bulamadığımdan bunu yaptım, ama çok terlemiştim klimalı tren iyi oldu zira şehir -Antalya'yı aratmayacak şekilde nem içinde yüzüyordu. Bu durumu uçakla seyir yüksekliğine çıkınca daha iyi farkettim. Belli bir yüksekliğe kadar yeryüzünü bir pus kabuğu kaplıyordu. Berlin'e kısa sürede ulaştık.

Otelden çıkarken sıcaktan bunalmıştım, hemen arka caddedeki Hür-Paş Süpermarkt'dan (-market değil aman) bir ufak Gazi ayran aldım. Bu sayede gurbetteki ortam neye benziyor, bir bakarım dedim. Ayranıyla bulguruyla Türk işi gıdalar satılıyordu, ama o da ne... Markette Por-Çöz, Ace çamaşır suyu gibi bir sürü Türkiye kaynaklı temizlik malzemesi var. Herhalde kadınlar ya Türkçe bilmiyor ya da gavurun malına güvenmiyor.

Viyana'daki Türk nüfus çokluğunun benzer bir şekli Berlin'de de varmış, Viyana'da anlatılan efsaneler Berlin'de gerçek oldu; otobüs bileti alma otomatında Türkçe menü var. Otobüse bindikten sonra -ki otobüs Kreuzberg'den geçmiyormuş bile- etrafa bakına bakına gittiğimde bol bol Türk dükkanı gördüm, dönercisinden marketine kadar.

Berlin'den Dresden'e giden tren Berlin Hauptbahnhof'dan kalkıyordu, otobüs yolu boyunca kaçıracak mıyım istasyonu diye diken üstünde gittim. Vardığımda farkettim ki bina kaçırılamayacak boyutlarda. Binada beş kat tren rayı var, gerisi tamamen alışveriş merkezi. Girince kendi kendime "Alman yapmış yaaa" dedim. Ancak binayı Kanadalı Bombardier yapmış, global ekonomi işte. Yerin altındaki peronlardan birinde 15:42 Prag trenine bindim (ki tren denen saatte gelip kalktı) ve Dresden istasyonunda indim,, iki saat sonrasında. Bu durumun darısı memleketimin başına. Hızlı-tren-şovların arasında memleketi demir ağlarla ören birisi çıkarsa ölene kadar her şeçimde oy basacağım.

2006-06-26

cumartesi akşama ek...




Yandaki görüntüyü Alper gördükten hemen sonra bize de gösterdi, gördük güldük. Yer: Millenium Center'daki oyun salonu, Viyana.

çevrimdışı (yine)



Aşağıdaki not dün gece yazıldı. Yorgunluk had safhada değil, zira üçüncü defa ilk U6 ile uyanınca daha uç noktalarda da dayanabildiğimi öğrendim.

Bugün de otelden onda çıkıp onda dönmeyi başardım, Viyana gez gez bitmiyor. Bugün için az para çok emek ile Schönbrunn sarayını gezmeyi hedeflemiştik, zira tam tur uzuun bir süre alıyor ve 35 eurodan fazla tutuyor, bir euro 2.10 YTL olmuşken bunlar çok akıllı hareketler değil. Ne ekibi de dağıtmak istedik, ne de Alper'in maaşını Schönbrunn sarayına yatırmasını, zira giden herkesi gezdirmiş durumda. Kendisine şu satır arasından teşekkür ediyorum tekrar. Çok yorucu bir hafta sonu geçirdim, o da dinlenilesi hafta sonu tatilinin neredeyse tamamını benimle beraber geçirdi, sağolsun.

Schönbrunn Sarayı gezmekle bitmeyecek bir yer. Habsburg ailesi, bir aile için biraz fazla bir alana, birkaç futbol sahası olarak kestirip atabileceğim ölçüde bir yere ev yapmış. Evin büyük bir ön bahçesi, büyük bahçeden aşağı kalmayacak bir arka bahçesi var. Arka bahçesinde de büyük sarayın çocuk eğlencesi labirentleri var. Görece cüzi bir paraya labirentlerde yol bulma oynanabiliyor. Labirentin şurasında da şu var demeyeceğim, aramızda labirente gidecekler olabilir.

Sarayın yerinde duruyor olması, Avusturya hükümeti için büyük rakamlı faturalar demek olmalı. Çünkü sarayın bahçelerinin ehil bahçıvanlarca bakımı bile bir bahçıvanlar ordusu gerektirir; ağaçların kemer şeklinde budanaması, labirentler, çitler ve onlarca metre uzanan gül çardakları, mevsimlik dikilen çiçeklere ek olarak görebildiğimiz bakım kalemleri. Saray binasıyla etraftaki bir sürü heykel de eklenince daha uzun bir bakım listesi çıkıyor. Saray o kadar büyük ki insanoğluna böyle altyapı sorunlarını düşündürtüyor.

Saray'dan sonra bir şehir manzarası görebilmek için Kahlenberg'e gittik. Kahlenberg tarafı, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın Viyana'yı görüşü için konuşlandığı yer imiş. İlgili bir anıt var, ancak Almancasından çok birşey anlayamadık.

Yemek için Grinzig'de bir restorana oturduk. Alper, restoranın daha önce denenmiş, yiyeceğiyle içeceğiyle başarılı bir yer oldupunu söyledi. Restoranın muskat şaraplarını hatırlatan aromatik bir beyaz şarabı var. Hindi schnitzel ve kebap çeşitleri yendi, uzun uzun konuşuldu. Daha sonra da herkes kendi oteline döndü. Restorandaki garsondan da görüp dikkat ettiğim şey, Avusturya'da her yaştan kişilerin çalışıyor olması. Ya sosyal devlet sistemi bizim hayal ettiğimiz gibi çalışmıyor ya da sosyal devlete veya bir sosyal varlık olarak millete güven çok az.

Viyana'yı iki günde bitirmeye çalışmanın bilançosu cumartesi akşamı otele apış arası pişikle, pazar günü de amele yanığıyla dönmek oldu. Tabi ben bitsem de Viyana bitmedi, çok emek harcamak lazım çook. Yarın erkenden kalkıp hesabı kapatacağım, metroyla havaalanı treninin kalktığı yere gideceğim. Havaalanına erken varıp Berlin Hauptbahnof'un eskisi mi yenisi mi olduğunu öğrenmem lazım, Tegel'e geri döndüğümde insanlara mantıklı sorular sorup Dresden trenine giden otobüsü bulmalıyım. Tabi bir de Internet erişimi bulup bu yazıları kopyala-yapıştır yapmam gerekli, eğer Pazartesi okuyabiliyorsanız bir şekilde bunu başarabilmişim demektir.

çevrimdışı 3


Aşağıdaki not geçen Cumartesi gecesi yoğun bir fiziksel yorgunluk altında yazıldı. Yazım ve gramer hataları için affınıza sığınıyorum.

Bilgisayarı almamam isabet olmuş zira şu an saat 23:56 ve otele girdikten sonra sadece banyo yapıp bilgisayarı açtım. Onun haricinde bugün saat 10'dan şu ana kadar gezdik. Çok sağlam yürüdüğümüzü düşünüyorum. Haritadan kestirebildiğim kadarıyla beş kilometrenin üzerinde. Öncelikle iç halkayı tavaf ettik, Stephansdom, Hofburg Sarayı külliyesi, Opera binası, Volksgarten, Maria Theresia meydanı, belediye binası ve meclis binası görüldü, tarihi/turistik bölüm "tavaf" edildi. Daha sonra Mariahilfer Strasse turlandı, U6 ile doğru Donauinsel'e (Tuna adası) gidildi. Tuna adası civarında uzun bir süre eğlenildikten sonra dönüldü. Gün boyunca 140 fotoğraf çekildi. Yorumsuzdur.

Alper'le saat 10:30'da Stephansdom'da buluştuk, ama oraya saat 10'da gittim, böylelikle yarım saat etrafı izleme fırsatım oldu. Turistiyle beraber Viyana gerçekten kozmopolit bir yer, İstanbul yanında saf Türk kalır. Finlandiya'daki para üstlerinde salt Fin aslanlı bozukluklar geliyordu, burada ise Avrupa'nın her yerinden bozukluk veriyorlar. Bu kozmopolitliğin bir sonucu da kızların güzel olması. Mariahilfer'de yürürken her milletten kendine dikkat edeninden, bakımlısından kızlar görüyorsunuz; istatistiksel olarak Viyana'nın Oulu'dan bu nedenle bir başarısı var diyebiliriz. Diğer bir başarısı da lokanta/pastane/otel yemek takımlarında. Tabak ve bardaklar görece ince porselen, çatal bıçak ise kibar görünümlü.

Bugünkü bir deneysel sonucum da şu oldu; şehrin Türk mahallesi dışında avam yerlerinde bir Türkçe ses duyma periyodunuz 15 dakikanın altında. Yandan geçip de "evet bu da bizden" denenleri tartışmalı sonuç verebileceği için ihmal ediyorum.

Viyanalılar bu sene kafayı Mozart'la bozmuş, oysa şehirde Beethoven, Haydn, Verdi, Berg, Mahler, Baba ve Oğul Strauss ve Richard Strauss da yaşamış, Mozart sevmez biri olarak onların neleri eksik diyorum.

Tuna adası bir festival ortamı olmuş, her yerde standlar açılmış paralel konserler var. Tabi Avrupa'da lunaparkçılığın pîri Avusturyalılar lunapark eğlencelerini de ihmal etmemiş. Memleketin -gördüğüm iki Corona şişesi dışındaki- tek ithal birası Efes'i satan ve hiç şüphesiz yanında döner de yapan standlar zıp zıp eğlenen gençliği doyuruyor. Biz de Türk solistli bir etnik caz konserine gittik. Halaybaşı olmasam da konser alanının halay başlatıcısı oldum, kendimle gurur duyuyorum. Konserin sonu havai fişek gösterilerine meze oldu, ama konser çok güzeldi. Havai fişek gösterileri de muhteşemdi, hatta Türk büyükşehir belediye başkanları tarafından görülesi ve ders alınasıydı.

çevrimdışı 2



Aşağıdaki günlük yazısı da 24 Haziran sabahın köründe ilk U6'yla uyanılıp yazıldı, ancak bugün Berlin-Tegel'den gönderilebiliyor.

Sabah 6:30 öncesi uyandım, zira burası işlek bir bulvara bakıyor, bulvara paralel de metro U6 geçiyor. Metronun ve bulvarın karşısı, Kanuni'nin surlarla çevrili şekilde gördüğü yer sanırsam, Viyana'nın eski şehri. Burası merkezi görünse de kenar bir mahalle görünümünde; Viyana'nın Türk mahallesi. Trabzon vakfıkebir ekmeği fırını var. Hatta dün Alper ve Serdar ile yemeğe gittiğimiz yerde Türkiye'de kahvelerde kullanılan türde bir çay ocağı vardı (Serdar'ın çok hoşuna giden tabirimle "enterprise edition" çay ocağı). Viyana'da kaldığım 12 saatlik bu süre zarfında gördüğüm kadarıyla Viyana'yı bir daha kuşatmaya gerek kalmamış.

Benzer bir durum Berlin-Tegel havaalanında vardı, -en azından bizim gözümüzle- Alman'a benzemeyen insanlar çoğunlukta olmasa da oldukça çoktu. Havaalanları genelde şehirden daha kozmopolittir ve Berlin'de Dünya Kupası havası var, bu nedenle de yanılmış olabilirim. Berlin ilk zaman dilimi atladığım yer olduğu için ufak bir sorun da yaşadım. Uçaktan indiğimde cep telefonu 18:40 gösteriyordu. Viyana biletimde ise 18:55'de boarding başlıyor diye yazıyordu. Ben koşturarak gösterilen kapıya gittim, ama kapıda Air Berlin yerine başka bir havayolu vardı. Gişedeki kıza İngilizce sordum birşeyler, bir süre karşılıklı İngilizce'den sonra "Türk müsünüz?" sorusu soruldu ve normal bir biçimde problem çözüldü. Saatimi bir saat geri almayı unutmuşum.

Otel sıhhi görünüyor, ancak -aynı fiyata ayarladığım- Oulu'daki otelle kıyaslanamayacak kadar konforsuz. "Ay hızlı Interneti de yok" demedim, hakikaten konforsuz. Öncelikle katta tuvaletler ortak. Klima benzeri bir sistem yok ve tahminimce burası Ankara kadar sıcak. (edit: İzmir-Antalya arası diyelim.)

Viyana'da Internet'e gerek yok zaten, her yerde bir sürü aktivite var. Fin halkı yapacak birşeyleri olmadığı için Internet bağımlısı olmuş. Bugün akşama kadar gezeceğimiz için bilgisayarı almıyorum, zira 2.8 kilo 2.8 kilodur. Alper ve Serdarla Stephansdom'da buluşmadan önce de bir Mariahilfer yapmam gerekecek Özge'nin ufak bir değiştirme işi için.

Çevrimdışı log 1


Aşağıdaki günlük yazısı 23 Haziran'da Helsinki Vantaa havaalanında yazıldı. Ancak hafta sonundaki erişimsizlik nedeniyle bugüne sarktı. Takip edenlerden özür diliyor, Berlin-Tegel havaalanından okurlara selam ediyorum.

Sabahleyin otelden çıktık, önce bir Stockmann yapıp sonrasında da 19 numaralı otobüsle havaalanına gittik. Finlandiya'da alkollü içki satılmıyormuş markette, o nedenle Stockmann'ın hemen yanındaki Alko'ya gidip bir şişe Salmiakki aldım. Salmiakki'nin neden %35 olduğunu da sonunda anladım, zira %40 alkollüler %50 vergi ekiyle beraber satılıyor; duty free'de eu içi ve eu dışı fiyatları görünce aklım başıma geldi.

Helsinki Vantaa havalimanındayım. Burada önce Rıdvan abiyle bir miktar gezindik, duty free'leri dolaştık. Şişe suyun dışarıda 25 kuruş, İstanbul havalimanında 2 YTL olduğu Türkiye'nin tersine Finlandiya'da herşey her yerde aynı fiyata; şişe su her yerde 1 euro, bir kutu Fazer mint her yerde 5 euro. Muhteşem birşey. İnsanlar hiçbir yere gizli gizli yiyecek taşımıyor.

Barış'a telefon numarası atacak kadar bir Internet bağlantısı aldım, bağlantının saati 4, günlüğü 8 euro. Bilseydim günlük alırdım, bir süre daha buradayım. Air Berlin uçağı yarım saat rötarlı, başka birkaç uçak da rötarlı. Wikipedia'ya bakarsanız da Vantaa AB'deki en dakik havalimanı seçilmiş. Pehhh. Internet de bitince bir daha almak istemedim, nasıl olsa böyle bir çevrimdışı gereksinimi olacak dedim, başladım yazmaya. Uygun zamanda yazıyı yerine atacağım.

Bileti almak için de bir miktar macera yaşadım. Bu uçak dünyasındaki iki biletliliği anlayabilmiş değilim (bilet ve boarding pass denen şeyler), havaalanından çıkıp tekrar boarding pass almam gerekti, bunu da biraz geç farkettim. Neyse ki herşey pürüzsüzce halloldu, sanırsam bagaj için de ekstra fiyat almadılar. Konferans proceeding'lerini de koyunca 20 kilo üstü oldu, bunun için para alacakları yazıyor, Ankara'da bavulum 15 kilonun altındaydı. Tuhaf.

Uçakta yemek olmadığı için Stockmann'dan yiyecek birşeyler bakındım, bir balıklı ekmek aldım. Finliler lembas yapmış ya, içinde dün yediğimiz hamsinin ufağı tatlı su balıklarından var, dışı da çavdar ekmeği. Bunlar közde pişmiş. İki sene önce Türkiye'ye geldiğinde Kathrin bizim ekmeklerin biraz kof olduğunu söylemişti, buranın ekmekleriyle karşılaştırınca bizim en kutsal gıdamız ekmeğimiz çok zayıf kalıyor.

2006-06-22

test

blog denen şeyi kullanım modeli dışında kullanınca saçmaladı. bu iletiyi yoksayın.

aktivitesiz gün

Rovaniemi'ye yer olmaması nedeniyle bugün kendimizi şehre verdik, zaten merkezini gezmiştik ama daha dışını da gezelim, plajına gidelim dedik. Kapalı perdelerin ve yorgunluğun da etkisiyle beklediğimden 1.5 saat sonra uyandım, sanırsam biyolojik saati yalama ettim.
Oulu şehir merkezi adalara bakıyor, adalar da öbür yüzleriyle Botni Körfezi'ne. Buranın plajı Nallikari diye bir adada, Nallikari 2 km uzaklığıyla bisiklet mesafesinde bir yer. Hava kapalı olduğu için bisiklet kiralamayı göze alamadık, mayomuzu havlumuzu alıp otobüsle gidip yürüyerek döndük. Oulu'da denize girmek uygun hava ve sıradışı mekan nedeniyle kolay yapılır radikal bir hareket gibi görünmüştü ama denizi görünce beklediğimden zor olduğunu farkettim. Deniz -Helsinki'deki gibi- kahverengi, bunun nedeni de kahverengi yosunlu zemin, nehirlerin taşıdığı mil ve insan kaynaklı kirlilik. Heryerin denizi Antalya denizi değil tabi. Plaja vardık, etrafa baktık, fotoğraflarımızı çektik ve geri döndük.

Utku'dan gelen özel istek nedeniyle bugün bir miktar macera yaşadım: Nallikari'den dönüş yolunda aralarında İsveççe konuşan orta yaşlıya yakın güney İsveçli bir çifte rastladık, ikisinin elinde de birer çocuk arabası. Adam, üstümdeki DDR tişörtü nedeniyle bir seslenme ihtiyacı hissetmiş, çocukları beklemekten huysuzlanmalarını İsveççe dile getirene kadar sosyal(ist?) devlet üzerine konuşmak durumunda kaldık. Nallikari yolu üzerinde ahşap evler var, evler biraz ufak, kaba, iç karartıcı renklerde ama buranın eski mimarisi gibi, o nedenle insan görünce diğer evlere göre içi daha çok ısınıyor. Çift, bu evlerin bir vakıf (ya da benzeri birşey) tarafından kiralandığını ve genelde sanatçıların oturduğunu söyledi. Yakın zamanda da bu vakfın, evleri yeni zenginlere sattığını anlattılar; bu alıcılar tahminen bilişim insanları. Sosyal devlet nedenli olarak Oulu halkı tek sınıf, üstü yok, altı yok, herkes hemen hemen aynı şekilde geziniyor. Fiyatlar her yerde aynı, giyimlerin kalitesi her yerde aynı. Birilerinin kazancının diğerlerinin kaybı olması bu insanları rahatsız etmiş, zira birden fazla sınıf olması onlar için yabancı ve rahatsız edici birşey.

Bu olay DDR tişörtünün ilk çekiciliği değil bu, ikinci dünya savaşı'nı görmüş olduğu bariz bir amca şehir merkezinde yanaşıp benimle Almanca konuşmaya çalışmıştı, bugün de kasabanın delisi tipli biri tişörte bakıp Fince birşeyler söyledi, Rıdvan abi para istediğini söyledi. Bulunduğum ülke sakinlerinden olur alana kadar DDR tişörtünü AB sınırları içinde giymeyeceğim.

Japonlar az önce Brezilya tribünlerini üzen birşey yaptı, durum 1-0 oldu. Burada da dünya kupası var, ama birinci yarı bir kanalda, ikinci yarı diğer kanalda. İşin tuhafı aynı kuruluş (YLE) maçları yayınlıyor. Devre arasında dikkatli olmalı.

Yarın inşallah Oulu-Helsinki Vantaa-Berlin Tegel-Viyana aktarmalarını yaparak Viyana'da olacağım. Viyana'daki otel Am Lehrchenfeld'in şehir merkezine yakın olmak dışında çok bir artısı yok, buradaki Sokos Arina'daki hızlı (öyle böyle değil) Internet'den orada olmayacak.

2006-06-21

buranın neleri meşhur?


Bugünümüzün konferansı kapattıktan sonrası alışverişle geçti. Finlandiya'nın bir alışveriş memleketi olmadığından birkaç yazı önce bahsetmiştim. Bugün bunu biraz daha açmak istiyorum.

Tahta: Fin ülkesi dört temel elementten mürekkep: toprak, su, hava ve tahta. Ülkenin gördüğümüz kısmının çoğu yeri -abartmıyorum, su terazisiyle ayarlanmış gibi- aynı yükseklikteki sık iğneyapraklı ağaçlar tarafından kaplandığı için tahta bol. Ne kadar işçilik geçirdiğine göre fiyatı çok değişen birşey; çok düzgün tahtadan fabrikasyon şeyler çok ucuzken tahtadan el işi şeyler inanılmayacak kadar pahalı. Örneğin, konferans konuşmacılarına da verdikleri el oyması motifsiz kupalar kırk euro civarında. Kupaları görseniz içinizde birşeyler cızz eder. Finlandiya herhalde PVC doğrama konusunda dünyanın en geri ülkelerinden birisi; her yerde istisnasız ağaç doğrama var, ancak bu doğramalar fabrikasyon ve Türkiye'de çok az yerde görebileceğimiz hassasiyette üretilmiş şeyler.

Ren geyiği boynuzu: Finlandiya'da sudan sonra en ucuz şey. Ren geyikleri yılda bir kez boynuz döktükleri için bol bulunabiliyor. Doğrudan boynuzdan yapılan şeylerin fiyatları oldukça ucuz, bu şeyler iyi birer Finlandiya hatırası da oluyorlar. Bunun dışındaki Fin hatırası olarak alınabilirler arasında tilkiden yapılma Davy Crockett şapkası, Muumi logolu eşyalar, yünlü şeyler de olduğunu gördük.

Patates: Eskimo dilinde karı belirten 24 ayrı kelime olduğu gibi bir şehir efsanesi vardır ya, Türkiye'deki marketlerde tazesi ve taze olmayanı olmak üzere en fazla iki çeşit olan patates burada 5-6 grup olarak satılıyor. Yemeklerde çok patates yediğimden midir bilmiyorum, cinsleri farklı mı diye sormak bile istemedim, uzaklaştım hemen.

Gıda: Domuz ucuz ama bize pek hitap etmiyor. İlk sabah yarı deneysel yarı yanlışlıkla yediğim az miktarı midemi çok kötü bozdu, sanırsam proteinlerine alışık değilim. Domuzun yanı sıra ayı ve elk (moose) eti de satılıyor konserve olarak. Ren geyiğinde böyle bir problem yok, abur cuburla aynı fiyata yüz gramlık paketlerde fümesini satıyorlar, muhteşem. Dünya kupasının yanında iyi gidiyor. Tabi bu bir Fin geleneği değil.

Deniz ürünleri: İlginç bir biçimde pahalı. Somonun kilosu Türkiye'dekinin iki katı. Tahminen ringa ve somon dışında hemen herşey dış kaynaklı.

Elektronik eşya: Herkesin tahminine uygun olarak buradaki herkeste -Fin kızılayı dağıtmış gibi- Nokia telefon var. Ancak, Türkiye ile fiyat farkı çok yok. Genelde fiyatlar Türkiye'den pahalı ya da Türkiye ile aynı. LCD televizyonlar, Hi-Fi ve Playstation oyunları biraz daha ucuz. PS2 oyunları taşımaya üşendirecek kadar farklı, Hi-Fi ve LCD televizyonlar ise fiyat farkına katlandıracak kadar ağır. Bu paragraftan da çıkarabileceğiniz gibi yüzbinlik Oulu'da iki Hi-Fi'cı var.

Şekil: Reklam panosu. Trafik yavaş olduğu için bilboard'a gerek yok zaten, böyle panolar yetiyor. Reklamı yapılan şey ise salmiakkili dondurma. Nasıl birşey olduğunu düşünmek bile istemiyorum.

turkish team

Az önce buradaki Türkler olarak bir bira içtik. Hakan yirmi yıldır Ottawa'da oturan bir abimiz. Gökçe'yi biliyorsunuzdur, Günay'ı da duymuşsunuzdur. Hakime, Baki ve Fikri, Ali'yle beraber Aselsan'dan; fotoyu Ali çekti. Bu kadar yüksek bir katılım oranımız olması nedeniyle milletçek bu XP işine meraklıymışız bunu anladım.

Bugün güzel öğle yemeği ve akşam yemeği yedik; öğleyin ren geyiği vardı, akşam da deniz ürünlü bir konferans yemeği. Ren geyiği yemeği bol patatesli bir lappskojs şeklindeydi, o nedenle çok beğeni toplamadı. Et güzel ama ya, ben etli yerinden seçtim koydum; memlekette işgücü pahalı olunca self servis herşey :) Akşam yemekte de terbiyeli çiğ somon, vatoz balığı panesi, karides salata, midye vs vs vardı, oldukça başarılıydı; sadece sarkastik bir Norveçli-Botswanalı-Güney Afrikalı-Danimarkalı abiyle -ki tek bir insan bu- aynı masaya oturmamız biraz tatsızdı. Ortamın güzel mühendis sohbetlerinden birini yaptık ama velakin.

Adaptör problemi bitti gitti, artık bu konudan daha fazla bahsedip kimseyi germeyeceğim. Biletlerim de var. Burada kâğıdın yok bir kıymeti; bu nedenle "bir print verir misiniz" deyince bedava herşey. Dünyanın bir numara kuşe kağıt fabrikası burada. Eşantiyon defterin sayfaları bile kaymak gibi. Hatta.... inşaat kalıbı olarak kullandıkları kalitedeki tahtalardan biz Türkiye'de lambri yapıyoruz, mübağla yok.

2006-06-19

burada hayat varmış


Bugün Pazartesi, burada hayat olduğunu gördük sonunda, dükkanlar açık, zaman olarak akşam üstü şehir merkezi doluydu. Aynı şeyi barlar ve club'lar için diyemeyeceğim. Hediyelik dükkanlarına, kapalı pazar yerine ve Stockmann'a (dept store) gittik. Hediyelik dükkanlarında çok birşey yok ve pahalılar. Lapon başlığı satmıyorlar, Finlandiya tshirt'leri (baskılı atlet) 20 euro, ayakkabıya bota sığmayacak kaba yün çoraplar 10 euro. Adamların işgücü astronomik pahalı, pahalı olmasının sebebi de yaptıkları işi iyi yapmaları değil de işi kışın da aynı fiyata yapmaları olmalı. Sonunda Gökçe'yi beklemeden aradım buldum ren geyiği eti de yedik, kilosu 100 euroya pastırması var. Tüm Türk tostçuların rüyası bir aletle kesmişler, traş bıçağı jiletleriyle aynı kalınlıkta.

Nokia ve Siemens mobile network konusunda birleşmiş, televizyon benim bile anlayabileceğim bir süre boyunca bunu anlattı. Adamlar için çok önemli bir haber olsa gerek. Gazetelerde böyle şeyler pek yok; her yerde Ilta-Sanomat tabloidi var, bir tane de ciddi gazete var Helsingin Sanomat diye. Gazete satıcılarında gazetenin ön sayfasını gösterir bir afiş asılı oluyor -tamam vardır belki başka yerlerde de, ama ben ilk defa gördüm böyle birşeyi. Hava durumu vardı az önce, havanın yağışlı olabileceğini söyledi sanırsam.

Buraya gelmeden önce Finlandiya kızları güzel diye iddia eden arkadaşlara hitaben bir miktar yorumum olacak: Oulu'da yok öyle bir durum. Obezite -şişmanlık demedim- maalesef yaygın, bunu da patates, margarin ve millî tatlı abur cubur üçgenindeki beslenme rejimlerine bağlıyorum. Abur cubur konusunda da çok zevkliler, denediğimiz abur cuburların tadı süper. Güzel kızlar da var, konferansta var bir -tahminen- İsveçli 1.85 manken. Resepsiyondaki kızlar tartışmasız güzeller. Benzeri bazı kasa başı işlerde çalışan kızlar da çok güzel. Onun dışında her yer obez, gotik ya da oeehhh kızlarla dolu. Ha, ben süper bir insan mıyım, hayır tabi.

Resim: Oulu'nun sembolü polis heykeli. Hikayesini bilmemnesini bilmiyorum, "ketum polis" adlandırmamı Türk kafilesi beğendi.

seyir defterine ilk ek...


Buranın implementasyon problemleri nedeniyle bir post'a birden fazla resmi hoş bir düzende yerleştirmek mümkün değil, bir resim daha eklemek istedim, o nedenle bir ek gerekti.

Sabah filozof -iş unvanı bu- bir amcanın açılış konuşması var, hacker etiği temalı, asıp alışveriş yapasım var. Güç adaptörü online sipariş sonrası 23'üne gelirim dedi, 23'üne zaten ben gidiyorum :) Apple tüm Eurozone'a İrlanda'dan dağıtım yapıyormuş, Finlandiya'da da %22 KDV varmış. Dolayısıyla KDV geri ödemeli bir yerden adaptör almak çok mantıklı görünüyor. Bu gecelik Brezilyalı abinin adaptörünü aldım, fakat alet (Brezilya'da kullanılan) Amerikan pinlerle geldi. Resepsiyondan da adaptör bulamadım. Sonrasında aklıma geldi, fişler standart olmasa da cihaz-kablo bağlantıları hemen her yerde aynı; fotoğraf makinasının şarj cihazının kablosuyla bir bağlantı yaptım. Mümkün olduğunca web browse işlerini konferansın Internet odasından yapacağım, sadece Safari ve IE kullanılabilen (kalın ekran modeli) iMac'ler var; mac olmalarından ve ihtiyaç duyan hemen herkesin taşınabilir bilgisayar olduğu için oda çok tenha. Katılımcılar arasında gördüğüm kadarıyla yurt dışında Apple bize göre çok daha popüler. Yeni Mac'ler daha bir popüler; ilk tutorial seansında Ian diye bir İngiliz arkadaş vardı, adam Mac'i alıp kutusunun kokusuyla getirmiş, tabi aayarsız olduğu için -ve arkadaş da Mac yenisi olduğu için- biraz zorluk çekti. Ben de tutorial'da kullanılan araçlara yabancı olduğum için zorluk çektim, JMock testlerini Ian yazdı :) Kendimden utanıyorum, ama tabi bilmemek ayıp değil.

Burayla ilgili broşürleri okudum bir miktar, Oulu'nun Dünya kültürüne katkıları air guitar ve metal grubu Sentenced imiş. Yorumsuz.

sivrisinekler

Yandaki şeyi gördüğümüz sırada sivsisinek bulutları içindeydik, o nedenle tabelayı "dikkat, sivrisinek" şeklinde algılamak istedik, ancak bu ad burada bir mahallenin adı anladığımız kadarıyla. Yine de sivrisinekler dikkat çekecek ya da çok bulundukları yerlerde tabelanacak kadar önemli; bizim sivrilerden biraz iriceler ve bulutlar halinde geziyorlar. Finlandiya bir göller ülkesi, bulunduğu ortam nedeniyle de kar biçiminde çok yağış alıyor. Baharda bu karlar eriyor ve zemin bataklıklaşıp bir sivri cenneti yaratıyor. Şehir merkezinden doğrudan gördüğümüz su da nehrin deltası imiş aslında; deniz (Botni körfezi) şehrin baktığı adanın arkasındaymış. Gidip görmek lazım.

Saat itibariyle dün pazar idi ve hemen heryer kapalıydı, aslında geldiğimizden beri bar-restoran-dvd'ci olmayan açık bir Fin dükkanı göremedik. Bu insanların nasıl çalıştığını merak ediyorum; hemen herkesin mesaisi aynı saatlere denk geliyor, bu insanların yaşamak için alışveriş merkezine gitmesi, yiyecek ve kıyafet alması, arada bir okuyacak birşeyler edinmesi lazım. Bizimkinden daha sık işten izin alıp bu ihtiyaçlarını gideriyor olmalılar.

2006-06-17

domates


Bugün ilk Oulu günümü yaşadım. Havada dünkü koku yoktu-ya da ben alıştım artık :)

Bugünün bana yansıdığı kadarıyla yemek konusunda biraz fakir bir ülke bu Finlandiya. Sabah kahvaltıda light X peyniri, light X peyniri ve tütsülenmiş X peyniri (X'e dikkat etmedim, öğrenirsem atarım) dışında peynir yoktu. Tereyağı yerine margarin kullanıyorlar. İnce dilimlenmiş domates ve salatalık da vardı ama çok başarılı değildi; adamların ülkesi daha yeni bahar yaşadığı için domatesler sera domatesiydi. Kahvaltıdaki bir ilginç şey, benim yaptığım tarzda (şekerli sirkeli suda) hazırlanmış salamura ringa idi, çok lezzetli ama inanılmaz yağlı. Türkiye'de olsa kiloyla alıp köz üstü ızgarasını yapardık o balığın.

Çay ve kahve konusunda bir tuhaflık var. Adamlar çayı tek termostan/kettledan veriyor, kahveyi ise bir yerden verip sonra da seyreltiyorlar. Çay, bizim paşa çayı kıvamında, suyun az renklisi. Kahve için cappuccino makinası görünümlü makinalar yapmışlar, ilk havaalanında görüp "vay be, adamlar kahve delisi ama süperlermiş, self servis cappuccino yapılabiliyormuş" demiştim kendime. Oysa alet espressonun aktığı yerden filtre kahveyi, buhar çıkan yerden de sıcak suyu veriyor.

Öğlen yemekte ise somonlu çorba, salata ve çaydan başka birşey olmadığını gördük. Neyse ki çorba çorba değil bizim patates yemeğinin sütlüsü ve somonlusuymuş. Yemeğin yanına içecek olarak portakal suyu ya da süt alınabiliyor. Sonrasında kahvemizi içip düze çıktık neyse.

Öğlenki yemeğin başarısı nedeniyle Rıdvan abi kafasındaki Fin mutfağı keşiflerini süresiz ertelemiş, bana da uydu; akşam için fajitas yedik. Ancak domates burada da sorun oldu, sanki içinde domates oluyordu diye aklımda kalmış, tadı bir tuhaftı. Turizm bilgi bürosu açılınca Ren geyiği nerede yenebilir bir sorucam, duty free'de gördüğümüz 70 euroluk pöstekilerden başka Ren geyiği görmedik. Geyik olsa da ufak bir hayvancağızmış, iki koyun kadar et ancak çıkar.

Şarj cihazı hala problem. Burada dükkanların en çok açık olanı -bir kuzey Avrupa ülkesinde olmamız nedeniyle- Cumartesi yarım gün, Pazar tamamen kapalı. Konferanstaki Brezilyalı bir elemanda benimkisi tipten adaptörle çalışan PowerBook vardı, yarın hemen sosyal mühendisliğe girmeliyim, halama bir telefon edeyim de yollamasını isteyeyim. Adaptörün Finlandiya fiyatı yaklaşık 80 euro, çarşambadan önce de gelmez. Şarj cihazı gelene kadar da foto transfer+edit yok. Yazıyorum, kapatıyorum hatta yanımda taşımadan buradaki kasaya koyuyorum.

2006-06-16

üçlü talihsizlik...


Sabah 5:30'da kalktım, bavulumu kapatmadan önce bir e-posta yazdım. Sanırsam bavulu kapatmadan önce bilgisayarın şarj cihazını koymayı unutmuşum, tam hatırlamıyorum, bilincim yerinde değildi. Ankara-İstanbul uçağına zamanında yetiştik. Sorunsuz bir yolculuk geçirdik, Rıdvan abiyle çaprazdaki kişinin Murat Murathanoğlu olup olmadığını tartışmamız haricinde.

Sorunsuzluk kısmı İstanbul'a varana kadardı. 11:40'daki uçağa 13:10 gibi binebildik, bu nedenle de 16:30'daki Helsinki-Oulu uçağı kaçtı. Neyse ki bir sonraki uçağa bilet hemen verildi, ancak o uçak da rötarlı geldi. Kalkıştan sonra Oulu'ya kadar sarsıntısız dertsiz vardık, ta ki bavullarımızın olmadığını farkedene kadar. Problemler ve buranın milli içeceği kahve nedeniyle biraz başım ağrıyor, Rıdvan abininki çatlıyor. Apranaxlar da bavulda kaldığı için nöbetçi eczaneye uğramak zorunda kaldık, idareten birşeyler bulduk. Apranax muadili (naproksen sodyum'lu) ilaçlar reçeteye tabi olduğu için daha hafif birşeyler edinebildik. Prospektüs Fince çıktı haliyle, arkasındaki İsveççeden baktık biraz, göz kararı attık birkaç tane.

Şarj cihazı ya da Apple store bulana kadar sonraki post'ların varlığı tehlikede. Yazmassam gücenmeyin. Bir de, Viyana'ya ve sonrasına olan biletleri unutmuşum evde. Neyse ki A4'e yenilerini basınca oluyor.

Gördüğüm kadarıyla Helsinki yeşil karayla kahverengi denizin buluştuğu yerde bir şehir. Oulu denizi ne renk görmeye fırsat olmadı daha, olsa da mayo bavulda kaldı. Ancak Oulu'nun havasında hafif bir çürük yumurta kokusu var, herhal kağıt endüstrisinden mütevellit. Hem Oulu, hem de Helsinki havaalanlarında da bir tuhaflık var, uçaklar üç boyutlu bir S yaptıktan sonra iniyorlar. Taksiciler kazıklamıyor, taksimetre lineer işliyor, trafik kurallarına uyuyor. Ancak gözünü yoldan ayırmama adına iki saat cep telefonunun jakını aradı arabada, gözümden düştü.

Bugünün güzel yanı, İstanbul-Helsinki uçağı Litvanya, Letonya ve Estonya üzerinden geçti. Kanat önü olsa da Kaunas, Riga ve Tallin körfezi manzarası oldu kısa sürelerle; Riga görmedim demem artık :) Saat 21: ve hala güneş var, bir duş alıp çıkmalı.

Resim: İki saat boyunca manzaramız, rötarlı uçağımız.

2006-06-15

yetiştirmek ya da yetiştirememek...


Hiçbirşey yetişmedi. Bavulum saat 23:00 itibariyle hala açık ve toplanmayı bekliyor. Ev dağınık, bulaşıkları gitmeden yıkamam gerekiyor. İşyerinde bazı işler tamamlanmamış kaldı, iş arkadaşlarımın affına sığınıp gidiyorum. İstediğim vizelerin hepsini alamadım, bir bilet yandı ve alternatif bir seyahat planı yapmak gerekiyor. Daraldım.

Saat 10:50'de Schengen vizem elimdeydi. Saat 11:15 gibi Estonya büyükelçiliği'ni bulabildim. Tabi bir saatte dönüş bileti alıp, seyahat planı hazırlayıp vize harcını bankaya yatıramayacağım için vizeye başvuramadım. Seyahat planı demişken, eski SSCB'nin bir parçası olan Estonya'nın pek sevimli büyükelçiliği "4'ünde Tallinn'de olacağım, 5'inde de orada olacağım ... ama 7'sinde gideceğim"i bir seyahat planı olarak algılamıyor. Detaylısından nereye gideceğinizi bildirmeniz gerekli, ya da lisanslı bir seyahat acentasının bu işi sizin için yapmasını sağlamalısınız. Uzun lafın kısası -en azından bizim ülke vatandaşı için- Lonely Planet modeli gezi çok kolay birşey değil. Kendinizi uluslararası turizm kapitalizminin eline teslim etmeniz bekleniyor.

Çiçekler, halam bir hafta sonra gelene kadar idare eder umarım, bir serum damlalığı ve kağıt havlu düşündüğümden kötü bir yöntem. Posta kutusu anahtarı bırakıldı, kendimin ve Serdar'ın apartman aidatları verildi, telefon uluslararası kullanıma açtırıldı (inşallah) ve kredi kartlarının chipleri aktive edildi. Ev savaş alanı gibi. Üç hafta da öyle kalacak.

Saat 23:10 olmuş, inşallah yarın saat 5:30'a uyanıp son kalan kahve fincanından bir kahve içebilirim.

2006-06-14

başlangıç-1: bu nedir bu?

Blog ortamını sevmediğimi her bir yerde söyledikten sonra blog yazıyor olmak komik tabi. Ancak, herkesin bir terim uydurup sattığı günümüzde ben de bir tane uyduruyorum, evi cepten arayıp dönüşte üzülmek yerine önümüzdeki günlerde gezeceğim yerler, sağlık durumum ve halet-i ruhiyem hakkında birşeyler yazacağım bu ortam için travelog kelimesini uyduruyorum-daha önce bu kelimeyi kullanmış biri varsa da affına sığınıyorum.

Bugünkü durum: Almanya-Polonya maçı var. Durum an itibariyle 0-0. Pasaportum Finlandiya büyükelçiliği'nde, üstünde amacıma uygun bir Schengen vizesi olduğu söylendi. Dört defa giderek bir vizeyi alabileceğim Allah'ın izniyle. Estonya ya da Letonya vizesi alamadım. Yarın bir gidip deneyeceğim, bir günde vize çıkıyor mu diye. Aksi takdirde 60 euroluk Stockholm-Tallinn biletim yanacak, alternatif aktivite planlanacak. Yaklaşık 500 euro'luk biletin yanmak üzre olduğu iki gün öncesine göre iyi bir durumdayım. Yarın planımın kesinleşmiş olması gerekiyor.

Çantalar alındı, bavula alınacaklar listesi hazırlandı. Evde kalacak çiçekler için otomatik sulama sistemi düşünüldü. Çok sevgili gardenyamı halama bıraktım, bol çiçekli begonyayı annemler son geldiklerinde götürmüşlerdi. Yarın harıl harıl çalışılarak işler düze çıkarılacak, işyerindeki yapılacaklar listesi temizlenecek. Önemli görülen parolalar ilgili insanlara bırakılacak, webmail aktifleştirilecek.

İzin dilekçesi de verdim, 10 Temmuz'a kadar işe gitmiyorum... yarını saymazsam :)