2006-07-08

That's all folks



8 Temmuz, 12:00
Uçak halkının çoğu "gurbetçi" olarak nitelendirilen vatandaşlarımızdı, bu vatandaşlarımız Kulu'ya gidiyor, check-in'lerini İsveç pasaportlarıyla yapıyor ve Kırmançi konuşuyor. Benimle konuşacakları zaman Türkçe'ye geçiyorlar tabi. Böyle ilginç bir konfigürasyonda 3.5 saat yol gittim, en azından yarısını uyuma şansım oldu.

Pasaport kontrolünden gece yarısına çeyrek kala geçtim, pasaport görevlileri de durumu anlayışla karşıladılar tabi.

An itibariyle evdeyim, annemler önceden gelip bir çeki düzen vermiş. Halam çiçekleri bir defa sulamış. Benim sulama düzeneği bir miktar problem yaşamış sanırsam; bazı çiçeklerim ölmüş. Cycas'ım yaprak çıkarıyor.

Bavuluma daha ulaşamadım, o nedenle kalan resimleri alma işini başka bir zamana bırakıyorum.

Edit: Yapımda emeği geçen tüm arkadaşlara (Rıdvan Abi, Alper, Serdar, Zeki, Barış, Kathrin, İrem, Gökçen ve Ayşe) buradan teşekkürlerimi sunuyorum. Birini atladıysam affola. Yorumlarıyla yön veren arkadaşlara da ayrıca teşekkür tabi.

Stockholm Sendromu...


Aşağıdaki yazı 7 Temmuz günü boyunca yazıldı.

Stockholm, adına eklenen bir "sendrom" kelimesiyle de anılıyor. Suç oranının düşük olduğu bu yerde bir banka soymalı rehine krizi olmuş, krizle ilgili bir psikiyatrik durum oluşmuş, hemen adı takmışlar. Böylelikle uzun gece ya da gündüzlerin neden olduğu dertlere başka ad verilmek zorunda kalınmış, şehrin adı kirlenmemiş.

Benim bugün yaşadığım ise bambaşka bir sendrom. Dün anlamadığım bir şekilde gemi kaçırdım, bugün ise havaalanlarında süründüm.

11:10 Arlanda
Dün uçağı kaçırmamak için iyi bir planlama yaptım. Saat 9'da İrem'in evinden ayrılıp T-centralen'de Arlanda express'e binip 10:55 uçağı kalkmadan bir saat önce havaalanına varacağım. Kendi evime saat 22'de varacağımı düşünüyorum, dolayısıyla tam 12 saat yollarda olacağım. Ayşe'yle dünkü ayrılma merasimini bir daha tekrarladık, komik oldu.

Arlanda'ya varana kadar herşey iyiydi. Saatte 205 basan tren tam 9:55'e beni terminal binasına yetiştirdi. Ancak terminalde ilginç uzun kuyruklar vardı. Yeterince gişe açık değildi. Nefret ettiğim q-maticleri o kuyruklarda beklerken özledim ya. Kuyrukta önümdekiler İsveçli değildi, dolayısıyla sosyalleşerek kuyruk derdini bastırma şansı edindim. Boarding pass aşamasını tamamlamam tam bir saat sürdü, neyse ki uçağım tehirli. Helsinki'de istediğimden daha az zamanım olacak, dolayısıyla çantamı Ankara'ya kadar bağlattım, içinde Tax Free yapmayı o kadar istediğimiz Stockmann hedeleri de vardı. Neyse, 4 eurodan oldum, şu ana kadar kaçırdığım/gidemediğim biletlerin yüz euroyu bulan maliyetiyle karşılaştırınca devede kulak.

Yemeği burada atıştırıp kendimi Vantaa'da ren geyiği ve Moomi alışverişine vermek istiyorum, zaten sadece bir post alacak kadar vaktim olacak.

12:23 Arlanda
Uçak biraz daha gecikti. Sanırsam diğer uçağa ucu ucuna yetişeceğim. Avrupa'da Helsinki ile alakalı uçuşlarımın üçüne de birşeyler oldu ya. Nedir bu. Pasaport kontrollü taraftan çıktım, inşallah Helsinki'de Türkiye'ye götürmelik birşeyler alabilirim.

21:28 Arlanda

An itibariyle Türkiye'de olabilirdim. Ama değilim. Finnair uçağı saat 15:45'de Helsinki-Vantaa havaalanına vardı. Dolayısıyla benim İstanbul uçağı kaçtı gitti. Çenem titreye titreye yardım masasına gittim, yanıma da benimle benzer durumdaki ama Riga'ya gitmek isteyen bir nineyi taktılar, gittik. Masadaki kadın, bedavaya muadil bir bilet verilebileceğini söyledi, daha sonra da bilet alternatiflerini taramaya başladı. Sanırsam uluslararası anlaşmalarda böyle şeyler ayarlanmış.

Spielberg filmindeki adam gibi yıllarca burada kalacakmışım hissi oldu. Çok daraldığımda etraftaki bebeklere nanik yapıp eğlenmeye çalıştım, kuzeyli bebekleri çok şeker ve -ekonomik krizlerden mütevellit- sayıları çok, bir "baby boom" olmuş gibi.

Helsinki'den Londra, Hannover, Budapeşte ya da Moskova üzerinden yollayabileceğini söyledi, bir de gecenin bir saatinde Arlanda'dan geri uçak olduğunu söyledi. Moskova ya da Budapeşte düşüncesi transit vize istemeyen yer arayışıyla çıktı, teknik olarak bu gece benim vizem doluyor. Pasaport kontrolünden geceyarısından önce geçip "no man's land" bölgeye ulaşıp vize aşımının neden olacağı dertlerden kurtulmam gerekiyor.

En iyi çözüm gece 01:15 Arlanda-Esenboğa uçuşu olarak belirdi. Yardım masasındaki ablaya teşekkür ettim, herhalde karşılaştığı en zor durumlardan biriydi. Gerisin geri Arlanda'ya gittim, kırk dakikada uçak varıyor. Buradaki THY bürosuna Finnair'in yazdığı mücbir sebep belirtir belgeyi verip bilet almak için gittim. Bürodaki Nursel ablanın bir teknik arıza nedeniyle 24 saati aşkın üniformalı olmasından dolayı biraz uzun sürdü derdimi anlatmam. Bilete gerek yokmuş, check-in'deki kişiyle de durum doğrudan konuşularak iş bağlandı. Saat 10:30'da check-in açılıyor, dolayısıyla pasaport işini halledebiliyorum sanırsam.

Saat 22 oldu ve havaalanını galiba kapattılar. Restoranların akşam yemeğinden önce kapanabildiği bir diyarda normal tabi böyle şeyler. Falcon içecek yerler kapanmadan bir bira atıp gevşeyeyim.

Resim: An itibariyle bavulum ve içindeki kamera-bilgisayar kablosu yok. Dolayısıyla necefli maşrapa gibi alakasız bir resim işte; Gamla Stan'daki Alman kilisesinden bir vitray.

2006-07-06

Kaçan gemi büyük olur...


Buradaki her sabahım gibi bugün de martı sesleriyle uyandım. Sabahın çok erken olması nedeniyle jaluziler hep kapalı. Diğer günlerden farklı olarak bugün şehir gezmedik, kahvaltı sonrası Ayşe'yle güneşlenmeye gittik.

Girdiğimiz yerde deniz soğuk ve yosunluydu. Yine de Oulu'nun çamurlu kahverengi denizinden iyiydi. Deniz dediysem de çok tuzlu değil, hatta tatlı su; Stockholm adaları arasından akan su, Mälaren gölünün denize dökülen ayağı. Gireceğimiz yere sandaletle gittiğimizden dolayı da çok açılamadık. O nedenle yüzme keyfi yapmadık pek.

Güneş kendini çok belli etmese de yakıcı. Göz kapaklarım biraz tahriş olmuş, bacaklarım da şimdi tatlı tatlı kaşınıyor. Bir günlük güneşlenme sayesinde, Schönbrunn'da yaptığım amele yanığı izlerini kapattım galiba.

Buradaki insanlar boş vakitlerinde çoluk çocuk köpek gidip çimlere yayılmayı ve yakınındaki suya çimmeyi seviyor. Erkek milleti "çatal" görünmesini dert etmeden yayılıyor. Çocuklar iyice kremleniyor, köpekler ise bir yere bağlanıyor. Açık alanda bağlı bırakılma ve sonrasında suya girmeye zorlanma gördüğümüz bir köpeği baya huysuzlaştırmıştı.

Halk, insan ırkçılığı yapmasa da buradaki köpek ırkçılığı -diğer diğer Avrupa yerlerindeki gibi- en üst düzeyde. Bir haftadan kısa bir sürede iki borzoy, bir samoyed, bol bol golden retriever ve daha da bol faremsi köpek gördüm. Kırma köpek yok herhalde bu ülkelerde. Kedi de yok.

Eve dönüp duş alıp bavulumu hazır etmem saat dördü buldu. Feribot bileti ise saat 16:45'e idi. 25 kiloluk bavul ve 5 kiloluk omuz askılı çantayla ne kadar koşulabiliyorsa koşarak saat tam 16:45'de vardım ama ortada gemi yoktu. Geminin kalktığını söylediler. İlginçtir, etrafta gemi de bulamadım. Hemen kalkan gemi ufukta görünür ya, ufak şeyler de değiller bunlar, Stockholm içinde U çekmek için kendi etraflarında dönmeleri gerekiyor.

Yarın Finnair ile -yaklaşık gemi fiyatına- gideceğim. Tabi az vergili alkol ve kumar ortamı kaçtı :) İrem ve Ayşe'nin dediklerine göre kışın gemiyle Helsinki'ye git-gel yapıp yolda zom olmak buranın yaygın eğlencelerindenmiş. Geminin bar/tekno disko ortamında piyasa da yapılabiliyormuş.

İnşallah yarın uçaklarımı kaçırmam.

Stockholm müzeleri...

Aşağıdaki gün, 5 Temmuz Çarşamba günü.

Bugün uzun bir kahvaltıdan sonra müze müze gezmek için yola çıktım. Öncelikle, metroyla uygun durağa kadar gittim. Daha önce gittiğim yerlerle karşılaştırıldığında, İsveç
metrosu biraz tuhaf. Aynı doğrultuda giden ve gelen trenler ortak platform kullanmıyor, birisi üst kattan diğeri alt kattan gidiyor. Metronun çıkışları arasında iki blok mesafe olması burada normal, çıkışları bilmeyen ben için biraz spor demek bu. Benim bu sporum bir yanlış yolla beraber yarım saatimi aldı.

Yolda gördüğüm dikkate değer şeylerden birisi, İsveç insanının çok uzun yaşaması nedeniyle yaşlı İsveçlilerin çokluğuydu. Bunun iyiliği ya da kötülüğü tartışılabilir, "Batı toplumu kendine bakıyor, doksanına kadar yaşıyor" diyebilirsiniz. Ancak, benim gördüğüm kadarıyla belli bir yaştan sonra çoğu dört tekerlekli ve sepetli baston-araba kullanıyor ve -herkes gibi- yalnız geziyorlar. Ancak, bizim ülkemizde "sosyal millet" varlığından mütevellit yalnız gezen yaşlı olmadığından dolayı tuhaf geliyor bu. Kendilerini ancak sürükleyebilen, yalnız ve hayatını sürdürmek için yapacak çok şeyi olan bir sürü insan. Kısacası, dinç olmayan yaşlı çokluğu ve bunların yalnızlığı kötü bir durum.

Vasa müzesi, denize indirilir indirilmez batan 17. yy gemisi Vasa odaklı. Gemi 1960'larda çıkarılmış, bir müzenin içine konmuş. Geminin yanı sıra geminin yapımıyla ilgili bilgiler yer alıyor. Gezmesi uzun sürmeyen, dar konulu bir müze. Giderseniz Stockholm'e gezin, içinizde kalmasın.

Daha sonra, aynı adadaki diğer iki müzeyi gezdim, Nordiska ve Biologiska. Nordiska, İrem'in anlattığından da bayık bir yerdi. Kuzey kültürü müzesi olarak tanımlamış kendini, ancak sergilenen çoğu şey bizim "Batı Kültürü" olarak bildiğimiz şeyin içinde. Kuzey kültürü müzesinde iki adet de poşu gördüm, nasıl geldiyse. Çok orijinal birşey yoktu, fotoğraf çekmek de yasaktı nedense. Sadece girişteki tuhaf görünümlü bir heykel çekilebiliyor, yasak bana bir tabelayla değil de "yassah hemşerim" biçiminde tebliğ edildiği için gıcık oldum çekmedim.

Skanska'nın hemen yanındaki diğer müzede de bir sürü hayvanlı diorama var. Çocuk götürmek için güzel bir yer.

Sanırsam yanlış yerleri gezdim. Sourtimes'a da baktım çıkarken, ancak yakın ve gezilebilir bir tek bunları bulabildim. Doğa tarihi müzesi ya da çocuk müzesi (a.k.a. Pippi müzesi) de gezilebilirdi bir şekil, bunlar yerine.

Sonrasında da ev arkadaşımla buluşup onun arkadaşı Gökçe'nin evine gittik. Üç Türk, bir İrlandalı, bir Hintli, bir Arap, bir Norveçli ve bir miktar İsveçliyle beraber yarı finali izledik. Gökçe'nin erkek olması nedeniyle evde projeksiyon tv ve xbox vardı, devre arası yapılan dörtlü PES maçında Portekiz 1-0 yense de gerçek maçta Fransa'nın finale çıkışını üzülerek izledik. Hintli arkadaş ofsaytı öğrendi. Duraklayan anlarda yabancı arkadaşlara Türk usulü hareket çekme dersi verildi.

Resim: AGA dükkanından bir görüntü. Drotningsgatan'ın yan sokaklarından birinde burası. İsveç'de yapılmasa da mucidi Nobel ödüllü Gustav Dalen İsveçli. Orta-üst sınıf İngilizlere hitap ediyor. Tarihi göründüğü kadar da teknolojik ve fonksiyonel.

Acar kuzine AGA ve soğuk görünümlü IKEA yemek takımları haricinde İsveç'in dünya mutfağına bir faydası olmamış. Germen uluslarınınki gibi "bäckerei" kültürü yok. Ekmek işi bizdekinden de kalitesiz, Finlandiya'dakilerle kıyas bile olmaz. Sadece kabartma tozuyla ekmek yapıyorlar. Kan sucuğu ve salmiakki, burada farklı olarak göze çarpan ve tüyleri diken diken eden şeyler. Benim görmediğim ama wikipedia'dan gördüğüm kostiğe yatırılmış sudak ve özellikle bombe yapacak kadar bozulmaya bırakılan ringa balığı konservesi de var. Ekmeksiz köfteden Oulu'da yemiştik zaten, bize uygun birşey değil. Bu nedenle de her taraf pizzacı, kebapçı, çin yemekçi ve -Avrupa'nın yeni trendi- Mongolian Barbecue. İrem, İsveç restoranı da olduğunu ama fiyatların ucuz olmadığını söylemişti.

eski şehri de gezdim...



Aşağıdaki ileti 4 Temmuz'u anlatıyor, ancak 6'sında yazıldı. Olduğu gibi anlatabilmişimdir umarım.

Sabah uyandığımda İremler alel acele gidiyordu, ancak bay bay yapabildik. Daha sonra evde olanlarla bir kahvaltı yapıp kendimi Gamla Stan'a -eski şehrin bulunduğu adaya- attım. Gamla Stan'da tüm yollar daracık, binalar eski görünümlü ama bir Viyana eskisi değil. Ortamda İsveçli sayısı çok az, sadece dükkan tezgahtarlarının bir kısmıyla kraliyet muhafızları İsveçli. Tamamen turistik bir yer. Bu nedenle de o kadar rahatsız edici. Hayat yok, böyle bir theme park'a gidilmiş de gezilmiş gibi. Muhafızlar bando çalıyor, millet çekiyor. Orada burada hediyelik eşyacı. Eski şehirden Drottningsgatan (İsveç vurgusuyla: Drootningsgootan) izlenilip şehir merkezine varılınca aynı tarihilikte ama daha insani bir yere varılıyor.

Dükkan tezgahtarlarının çoğu İsveçli değil. İsveçli, H&M, Ikea ya da Ericsson gibi bir yerde yönetici. Kafasına eserse bir sene ücretli izin alabiliyor. Yazın üstü açık arabayla geziyor, tahminen kışın da koltukları ısıtmalı başka birşeyle. Şehrin merkezindeki pazar yerindeki pazarcılar Türk. Dün gittiğimiz restoran insanları Asyalıydı. Beni şehre getiren otobüsün şoförü Müslüman Afrikalı. İsveçli, ülkesiyle problemi olan ya da olduğunu iddia eden herkesi bağrına basıp alt sınıf işlere vermiş. Duyduğum kadarıyla bizim malum terör örgütü de vakti zamanında üyelik sertifikaları basmış, İsveç'e siyasi sığınma adı altında gitmek isteyen vatandaşlarımıza parayla satmış.

Öğle yemeğini tiyatronun yanındaki çarşıda yedim. Çeşitli etnik yemek ve içki bulunabilen bir yer. Kululu bir işletmecinin kadınbudu köftelerinden alıp geze geze yedim. İçki işi de komik, milletin dengesizliğinden mütevellit İsveç alkolü -Finlandiya gibi- tek elden son kullanıcıya ulaşıyor. Systembolaget (kısaca system) denen devlet tekelinin Fin Alko'su gibi her yerde dükkanı var. Bunların bir kısmı gezilebilen, bir kısmı da gişeden alkol alınan yerler. Erken kapanıyorlar, pazarları açmıyorlar. Bizim siyah tekel bayisi poşeti gibi belirgin renkli poşetler veriyorlar. Vergi hayvan, Absolut 245 kron, neredeyse 60 milyon. Gişeden verenlerde de Q-matic var, İsveç'de hiçbir yerde sıraya girilmiyor, numara alınıyor. İnsanlar, diğer insanlarla sıradaki önde-arkada ilişkisini bile kurmak istemiyorlar.

Öğleden sonra, Gamla Stan tadımı aldığım bir sırada yeni ev arkadaşım geldiğini söyledi, onu otobüs terminalinden aldım. Önceki gün keşfedemediğim kocaman marketi bulup alışverişe başladım. Viyana'da severek yediğim ezmelerin Stockholm versiyonları hep domuzluymuş, Viyana ekibine sözüm şu: İçimde kaldı, Türkiye'ye gelirken ezme getirin ya.

2006-07-04

bir gün daha dinlenmek

Dün yine bir dinlenme günü oldu, kendimde çok birşey gezecek enerjiyi bulamadım. Sadece Helsinki'ye feribot bileti aldım, yata yata gideceğim. Onun dışında bir miktar şehir merkezi gezdim, bir miktar alışveriş yapmaya çalıştım.

Alışveriş işi problemli oldu. Metro duraklarının birisinde kocaman bir süpermarket var. O durakta indim ama nasıl olduysa daha ufak başka bir yere girdim. Füme somon, peynir ve ciğer ezmesi alacaktım, üçünü de aradım aradım bulamadım. Somonun her türlüsü vardı da fümesi yoktu. Peynirde de aradığım çeşit yoktu, fakat AB sınırları içinde olmanın sağladığı bir peynir bolluğu vardı tabi. Ciğer ezmelerinin hepsi de domuzluydu, birşeyin içinde "fläsk" yazıyorsa uzak duruluyor. Tabi başka şeylere dikkat etmeden karambolde ayı eti yiyorsam yiyeyim ya, eksik kalmasın.

İsveç insanının birkaç ilginç özelliğini de öğrendim, İrem'den dinlemeli ve doğrudan görmeli olarak. Almanya'da ve özellikle Avusturya'da küçük bir fiziksel alanda bir insanla karşılaşıldığında -bizim büyükşehirlerimiz haricindeki gibi- selamlaşma geleneği var sanırsam. Burada insanlar kafalarını direk çeviriyorlar. Kimse kimseyle çok yüz göz olmak istemiyor. Batı hakkındaki bir mitimiz de böylelikle çürüyor: "Batı okuyor efenim, biniyorsunuz metroya, herkes kitabını gazetesini çıkarıyor. Bizde öyle mi?" ifadesi sadece bir yanlış anlama. İnsanlar başkalarıyla yüz göz olmamak için yapıyor bunu.

Bizim kabullenmekte zorlandığımız "de facto birliktelik" (Türkçesi: dost hayatı) kavramı kamu hayatındaki formlarda "Evli" ve "Bekar"ın yanında yerini almış, ama bizim toplumun hiç anlayamayacağı başka bir seçenekle beraber. "biz de facto birlikteyiz ama ayrı yaşıyoruz, arada da öyle takılıyoruz. Kamusal bir durum olursa diğer arkadaş ilgilenebilir." anlamında. An itibariyle İrem Estonya'da, o nedenle İsveççesini söyleyemeyeceğim. Bunu İrem'in bana anlatması on dakika kadar sürdü.

İsveçli kadınların dikkate değer ama büyük olmayan bir oranı tornadan çıkmış gibi. Sadece gövde olarak değil, yüz hatları olarak da öyleler. Güzel insan oranı Viyana'dan biraz daha düşük. Üstte anlattığım İsveç suratsızlığı nedeniyle güzel olsalar da birşeyleri eksik gibi duruyorlar. İsveç erkeği ise her gün kuzu tandır yiyip tandırdan bıkan insan misali bıkmışlıktan ya da bu "eksik" olan şeylerden dolayı başka arayışlarda. Orta yaşlıya yakın bir İsveçlinin yanında çıtı pıtı bir uzakdoğulu ender bir manzara değil.

Bugün yine foto yok, dün kamerayı yanıma almamışım. Özür.

2006-07-03

yine düştük yollara...

Aşağıdaki satırlar dünkü yorucu ulaşımımı anlatıyor.

Dört saatlik bir uykudan sonra saat 3:55'de karganın aklına akşam yemeğinin tokluğundan kahvaltı düşüncesi bile gelmemişken uyandım. Herhangi bir aksiliğe karşı Barış tramvay durağına kadar geldi. Vaktinden önce gelen otobüse binip ara bir durakta indim. Ancak o noktada otobüsün vekalet ettiği tramvaya binmem gerekiyordu, ben o kısmı anlamamışım, oysa ki şoför en güzel Almancasıyla anlatmıştı bunu. Bunu anlamamamın karşılığı olarak Hindenburg'unki gibi bıyıklı bir şoförle beş euroluk bir Mercedes taksi seyahati kazandım.

Ama asıl ödülü iki aktarmalı üç vasıtalı tren yolculuğumun üçüncü vasıtasının durduğu durağı kaçırarak kazandım; Schönefeld'e kadar Lübnanlı taksi şoförüyle yirmi euroluk bir sohbet. En azından bizim köy istasyonları gibi bir durak, bir platform bekliyordum ki göremedim, karşıdan geleni bekliyoruzdur dedim. Öyle değilmiş, orada inmem gerekiyormuş. Dağın başında. Daha sonra Berlin'in içine doğru ilerlemeye başladık, şehirleşme belirtili ilk durakta inip bahsi geçen Lübnanlı taksicinin arabasına bindim. Adam hep aynı doğrultuda götürdü, herhalde takside kazıklama Berlin geleneği değil. Ancak uzuun bir yol gittikten sonra Eskişehir otobüs terminali binasından dört tane yan yana duran bir yere vardık. Schönefeld havaalanı böyle bir yer işte, dört tane kutu terminal var. Eskişehir otobüs terminaline haksızlık ettim şimdi, oranın en azından bir şekli, formu var. Bu kutu terminallere uçaklar yanaşıyor. Direk önünden yürüyüp biniliyor. Daha çok ucuz havayollarının uçakları kalkıyor. İstanbul havaalanından beri gördüğüm en pahalı havaalanı, buna Helsinki de dahil.

Germanwings'le olan uçuşum sırasında safi ucuz havayolu nasıl olur anladım. Finnair'de dizkapağı-koltuk mesafesi neredeyse bir karıştı. Air Berlin ve THY'de üç parmak. Germanwings'de bacakları ODTÜ-Kızılay dolmuşundaki gibi iki yana hafif açmak gerekiyor. Schönefeld'den kalkıyor olması da ayrı bir özellik. Tabi akıllı hareketleri de var. Küçük ekranlardan acil durum tedbiri gösterisi yapmamak, bir buçuk saatlik uçuşta yemek vermemek bunlardan ikisi.

Stockholm'e varınca havaalanının neden şehirden 40 km uzakta olduğunu anladım. İnecek yer yok. Her yer ada. Uçaktan Gamla Stan çok güzel görünüyor. Ankara-İstanbul uçuşunda gördüğüm boğaz manzarasından sonra uzak ara ikinci sıraya koyuyorum. Havaalanı-şehir arası otoyol, ama özel bir yol değil, Stockholm-Uppsala otoyolu. Otobüsün son durağından İrem beni aldı, metroyla eve gittik. Stockholm sulak olsa da zeminin kayalık olması nedeniyle metro yapılabilmiş. Bavulu bıraktıktan sonra da minik bir şehir merkezi gezintisi yaptık, ancak saat dörtte uyanmanın da etkisiyle çok birşey hatırlamıyorum. Gördüğüm kadarıyla İsveç de ucuz bir memleket değil, hatta Finlandiya'dan az pahalı olabilir.

tekteker

(edit: "bugün" kelimesi 1 Temmuz anlamında.)
Bugün kahvaltıdan sonra Elbe kenarındaki bitpazarına gittik. Belli bir tezgah kirası ödeyen herkes burada eşyasını satabiliyor. Kullanılmış giysiler, eski eşyalar, ikinci dünya savaşı öncesi ya da DDR işaretli askeri şeyler hep burada. Avrupa çapında Nazi amblemini alenen göstermek suç olduğu için Nazi rozetlerinin hepsinin üstünde birer ufak beyaz çıkartma var. DDR işaretleri için böyle bir sakınca yok.

VW fabrikasından cevap gelmedi ama bitpazarına yakın bir yer olduğu için dışarıdan görme şansım oldu. Adamlar tamamen şöv amaçlı bir yer yapmışlar, şehrin oldukça içindeki bu yerde Phaeton'ların son birleştirmeleri yapılıyor. İşin kirli kısımları ise yakındaki bir kasabada (Pirna) hallediliyor. Daha sonra kent içi tramvay rayları üstünden parçalar bu yere taşınıyor. Yol işaretlerinde de semt adlarının üstünde altında bir yerlerde "Glasserne Manufaktur" olarak özellikle belirtilen bir yer, bu fabrika. Dresden yakınlarında bir de AMD fabrikası var, havaalanına yakın bir yerlerdeymiş.

Kathrin'in bir arkadaşı için depodan eşya çıkarırken Barış'ın tektekerleri gördüm. Bunların, Barış'ın verdiği bu addan başka bir Türkçe adı var mı bilmiyorum, adam üşenmemiş Wikipedia maddesini de Türkçe yazmış. Evin önünde bana da bir tekteker demosu yaptı. Sağ-sol dengesi tekeri bacak hareketleriyle hareket ettirilerek sağlanıyor, ancak ön arka dengesi nasıl oluyor tam anlamadım. El memleketinde kafayı gözü yarmamak için de denemedim.

30 Haziran Cuma



Bugün sabah yağmur sesiyle uyandım. Oda havasız kalmasın diye pencereleri açık bırakmıştım, tabi bu nedenle de hafif üşüttüm. Yağmur, ben uyandıktan sonra arada devir düşürerek kesintisiz dört-beş saat yağdı. Çamaşırları yıkamak için en kötü ikinci günü seçmişim, umarım yarına kururlar. Dün gece yıkasaydım sabaha kuru değil astığım zamankinden daha ıslak olacaklardı.

VW fabrikasından dün mail gelmemiş. Dolayısıyla o iş yattı. Saksonya İsviçresi için de uygun hava yoktu. Dün Frauenkirche'nin arkasındaki dükkandan gördüğüm kadarıyla Meissen porseleni pahalı birşey, dolayısıyla orası için de çok istekli değilimdim. Barış'ın da makalesini yollaması için son gün bugündü, dolayısıyla bugün için alışveriş merkezlerinden başka gezecek bir yer yoktu sanırsam.

Tarihi Altstadt'ın güneyi alışveriş yerleriyle dolu. Karstadt diye kıyafetten elektronik eşyaya kadar birçok şeyi satan bir büyük mağazaya gittim. Finlandiya ve Avusturya'ya göre fiyatlar daha uygun. Elektronik eşya Türkiye ile aynı fiyatlarda. Playstation 2 oyunları daha ucuz, ancak Almanca. Alkol neredeyse duty free fiyatlarında. Kahve, Türkiye'dekinin yarı fiyatına. Giyim eşyaları -Avrupa'nın gördüğüm diğer yerlerindeki gibi- Türkiye'den pahalı. Barış'ı şaşırtacak kadar ucuz Dinamo Dresden tişörtüm 20 YTL'ye maloldu. Oulu'daki Stockmann'ın Fince, İsveççe, İngilizce ve Almanca bilen kasiyerleri yok. Tarzan Almancasıyla kredi kartıyla ödemek istediğimi söyledim ve bir poşet istedim.

Sanayileşmiş Almanya, çevre sorunlarından yılmış olmalı ki insanlarda doğru ya da yanlış bir çevre bilinci var. Çöpler üç-dört ayrı sınıfta toplanıyor. Depozitolu cam ve pet şişeler bize göre çok yaygın. Marketler poşetleri parasıyla veriyor. Ekolojik/organik ürünler geniş yerler tutuyor, ben ikisi arasındaki farkı bile bilmiyorum. Tabi bunlar çeşitli adlar altında tüketiciden daha çok para alma yöntemleri de olabilir, zira ekolojik/organik ürünler oldukça pahalı.

Kathrin'in söylediğine göre "adil ticaret" (fair trade) dükkanları da varmış, üreticinin daha çok karı olduğu söyleniyormuş, ancak bu neye ve kime göre, bilmiyorum.